Bir varmış bir yokmuş gibi başlardı masallar. Her şey bir vardı bir yoktu. Gözyaşları, gülücükler, havadaki bulut, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz..bir vardılar bir yoktular. Ve biz onların varlıkları ve yoklukları arasında kendi masalımızı yaşamaya koyulduk.
İnanır mıydım masallara küçükken hatırlamıyorum da severdim
dinlemeyi. Ama çok da masum ve mutlu değildi aslında masallar. Güzel bir kız
100 yıl uyumak zorunda kalırdı mesela kötü büyüler yüzünden. İki küçük çocuk
bir çikolata evin büyüsüne kapılıp bir cadıya yem olma tehlikesi atlatırdı. Bir
kızın büyükannesini kurt yerdi. Diğer bir tanesi üvey anne ve kardeşlerin
gazabına uğrardı. Aslında tüm bu anlatılanlar bizi hayata hazırlamalıydı ama
öyle olamadı. Biz o kötü olaylara takılmadık hiç bir zaman. Çünkü 100 yıl
uyuyan kızı yakışıklı bir prens öpüyor ve hayatları boyunca mutlu yaşıyorlardı.
Çocuklar cadıdan kurtuluyor, kız büyükannesini kurdun karnından çıkarıp yerine
taş dolduruyordu. Ve kötü kalpli üvey aile, sonunda yakışıklı prensine kavuşan masal
kahramanımızın sarayında hizmetkar olarak çalışmak zorunda kalıyordu.
Tüm bunlardan bilinçaltımıza kalan ise aslında kötü olayların
gelip geçici olduğu, her kötü olayın ardından çok güzel bir olay yaşanacağıydı.
Hasta olunca hemen iyileşeceğimiz, ayrılınca birbirinin değerini anlayıp tekrar
her şeyin yoluna gireceği, paraya sıkışınca birden karşımıza bir fırsat
çıkacağı ve kurtulacağımız yönündeydi umutlarımız. Ama aslında belki de Morgan
Freeman’ın Esaretin Bedeli filminde de söylediği gibi “Umut tehlikeli bir
şeydir ve bir insanı delirtebilir!”. Gerçeklerden çok kopmadan umut
edebiliyorsanız ne mutlu. Bize mucizevî umutlar aşılayan masallarla büyütülüp, ilerleyen
yaşlarda gerçeklerden kopmadan umut edebilmeyi öğrenmek gerekiyordu aslında
delirmemek için belki de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder